Biri geçse karşıma ve yapışsa yakama ve “en sevdiğin film hangisi?” diye sorsa çok da düşünmeden ama kendimi ağırdan satmak için bir miktar da öfleyip püfleyerek “Naked” derim. Tabii orada durmam, asla durmam, “Mike Leigh filmi” diye eklerim ve “1993 yapımı olan.” diyerek son darbeyi indiririm. Elbette böylesi bir akıcılıkta ilerlemez gerçek hayat; ıhlamalar, duraksamalar, “şey” demeler, kekelemeler, devrilen cümleler ve daha nicesi oraya buraya çarpıp durur. Hiçbir şey destansı bir yücelikte gerçekleşmez, gerçi öyle olması da umulmaz.
Bu noktada, yakamı bırakır karşımdaki ve hatta eliyle şöyle bir çırparak üstümü başımı düzeltir (veya ben böyle olmasını beklerim), ancak kalbe saplanan o hançer, işleri berbat eden o soru çıkar ağızdan: “Neden?” Neden seviyorum bu filmi? Neden en sevdiğim film sorulunca bunu söyledim? Neden bir başkasını değil de bunu seçtim? Böyle soruların bir açıklaması olduğundan emin değilim. Bir ihtimal cevabı ben de bilmiyorumdur veyahut da kelimelerle ifade edilemeyecek bir şeyler vardır ve onlar dört bir yanımı sarmıştır. Ya da, daha da vahimi, işleri yine olur olmadık biçimlerde büyütmüş, sonu gelmez bir çıkmaza güle oynaya girmişimdir.
İşin doğrusu, Naked’ı ilk izleyişimdeki coşkunun artık aynı biçimi ve yoğunluğuyla kaldığını sanmıyorum. Yanılmıyorsam on sekiz yaşlarındaydım filmi ilk izlediğimde. İlk sekansın ardından Johnny arabaya atlayıp da kaçarken durdurmak zorunda kaldım filmi. Tüylerim diken diken olmuştu giren müzikle beraber. O yıllarda sıklıkla içimi kaplayan “şu an dünyamı değiştirecek bir şeyle karşı karşıyayım” hissi ile göz göze gelmiştim. Dünyamın sınırları, Wittgenstein’a zorbalık edercesine, dilimin sınırlarını aşıyordu. Evreni anlamama olanak sağlayacak bir şeylerle tanışmak üzere olduğumu düşünerek heyecanla dolmuştum.
Johnny bir türlü derleyip toplayamadığım bir çok şeyi ifade ediyordu. Durmuyordur, utanmıyordu, sıkılmıyordu. Alelade bir işçi sınıfı mensubu olarak oradan oraya sürükleniyor, olur olmadık kişilerle kendini sakınmadan ve kısıtlamadan konuşuyordu. Durduk yere kapı dışarı edildiğinde, “ne kadar kitap okursan oku, bu dünyada asla ama asla ama asla anlayamayacağın şeyler vardır” diyerek zırlıyordu. Belli belirsiz bir haklılık taşıyordu Johnny’den, ben de bir şeyler okuyup duruyordum ama bir türlü bir şeyleri anlayamıyordum. Karşımda çözülecek bir gizem olarak duran yaşamın neresinden tutarsam tutayım “bütünü” bir türlü göremiyordum. (Yıllar sonra işlerin pek de değişmediğini görmek, acıklı bir gülümseme yerleştiriyor suratıma.)
Tanrının doğasını ve amacını bilemeyeceğimizi söylüyor Johnny, bir güvenlik görevlisiyle gece yarısında uzun uzadıya tartışıyor bunu. Evrimi anlatıyor, ancak tanrıyı toptan reddettiğini de söyleyemeyiz, çünkü bu “mitik anlatı”ların insanın beyhude geleceğini ortaya koyduğunu düşünüyor. Hepimizin küresel bir ekonomik yönetimin ürünleri haline geldiğimizi, alınıp satıldığımızı ve birer mala dönüştüğümüzü anlatıyor. 1993’te ne idüğü biraz belirsiz olan bu sözler, hiç kuşku yok ki artık neredeyse tamamen gerçekliğe kavuşmuş, hatta bir nevi gösteri halini almıştır. Birer maldan da öte, birer veriye dönüştüğümüzü söylemek sanırım ki yanlış olmayacaktır.
Hiç kuşkusuz film eleştirisi yapmayı arzulardım, ancak hangi şekilde denersem deneyeyim öz eleştirinin önüne geçemiyor yazdıklarım. Mesela, Johnny’nin ve filmdeki diğer her erkeğin cinsel ilgisini çeken Sophie’nin oldukça “saf” ve “bilgisiz” çizilmesine rağmen adının anlamının “bilgelik” olması mutlaka değinilmesi gereken bir nokta olurdu film eleştirisi yazıyor olsaydım. Veyahut karşımıza Jeremy ve Sebastian olarak çıkan ve zengin sınıfını temsil eden karakterin, aslında görünürde hiçbir “gerçek ve doğal hakkı” olmamasına rağmen insanları sıkıştırmasını ve onlardan cinsel anlamda faydalanmasını “mülkiyet hakkının” kullanımı üzerinden okumak gayet olağan olurdu. Kim olduğu ve ne iş yaptığı bilinmeyen bu kişinin insanlar üzerinde kurduğu baskının temelsizliği üzerine uzun uzadıya konuşmak gayet mümkündür. “Kaos”tan kaçıp gelen Johnny’nin filmin sonunda “hiçliğe” gidişini evrenin minyatür bir alegorisi olarak okumak da gayet mümkündür.
Gelgelelim bunları yapmak, oturup ciddiyetle konuşmak ve bir yerlere varmış gibi görünmek hiç de eğlenceli değildir. Bölük pörçük fragmanlarla Johnny ile özdeşlemiş bir “ben algısı” üzerinden eli yüzü düzgün olmayan şeyler söylemek ve bunların yalan yanlış anlaşılmasını ummak neden bilmem ama daha keyifli görünüyor bana. Ne zaman bir şeyi “bütünlüklü” bir biçimde anlatsam ve karşımdaki de bunu “olduğu gibi” anladığını ifade etse, büyük bir başarısızlığa uğramışım, hiçbir şeyi aktaramamışım gibi hissediyorum.
(Buraya kadar okumuş ve devamını okumak gibi bir arzunuz varsa:
umidgurbanov.substack.com/p/n...)
* * *
Çeviri: Ümid Gurbanov
Blog: umidgurbanov.substack.com
Twitter: umidgurbanov
* * *
Twitter: ufaktefekceviri
Patreon: patreon.com/umidgurbanov
15 окт 2022